Anlam Görmeden Önce Gelir

Gerçekliği algılamak her zaman anlamlandırmadır.

‘’Gerçekliği algılamak her zaman anlamlandırmadır.’’ Kabullerimiz, algı düzeneklerimiz, görme biçimimiz gerçekliği, olguları ve durumları nasıl algılayacağımızı ve nereye yerleştireceğimizi tayin eder. Gerçekliğin rutin ve sorgulamasız algılaması olarak adlandırabiliriz bu durumu. Bu durumun dışına, yani sorgulamanın düzeyine geçmiş olsak ta, genelde, gündelik akış içinde rutin ve sorgulamasız düzeyde kalma eğilimini sürdürürüz. Alışkanlığın gücü ile. Hangi alışkanlığın, kişilik ve kimlik mülkü ile yaşama alışkanlığının. Bir şeyleri fark etmiş, öğrenmiş olmak kabullerimizin değiştiği anlamına gelmez, bildiğimiz gibi. Adorno’nun deyişiyle ‘’sakatlanmış yaşamdan yansımalar’’ı sürdürürüz.

Olağan akıl, içinden gelinen hiyerarşik anlam düzeneklerine göre işler. Rutin ve sorgulamasız düzeyde kalındığında olağan aklın uzlaşımsal özelliği galebe çalar, böylelikle ‘’gördüklerimize’’ dair kolayca destek bulmamızı, aklileştirmeden ‘’haklı’’ çıkmamızı sağlar. Olağan aklın düşünme tarzı, hızla ve en az düşünme zamanı ile karşılaştığımız durumun ‘’ doğru’’ veya ‘’ yanlış’’ olarak belirlenmesini talep eder, yıllarca bu tarz içinde eğitilmişliğimizin yarattığı refleksle kararlar veririz. Konu ya da durum üzerine enine boyuna düşünmemizi, bu düşünme tarzının yapısından kaynaklanan konsantrasyon süresinin olabildiğince kısalmış olması da engeller. Bağlamı, bağlantıları, seyri, doğrudan ve dolayımlı ilişkileri anlamayı görmeyi beceremeyiz. Edinmiş olduğumuzu düşündüğümüz bilgi, bir biriktirme faaliyetine indirgenmişliğin özelliklerini taşır, birbirinden bağımsız parçalar olarak görünür. Bütünlük kurulamaz, her şey birbirine eklektik ve anakronik biçimde bağlanmaya çalışılır, kavrama ve anlamlandırma rutin ve sorgulamasız
seviyeden yukarıya çıkamaz. Kolaycı, yüzeysel, anlık duygu durumları ile şekillenen ve değişen, manüple olmaya hazır, eksensiz ve bağlamsız, ilkesel bir zemin içermeyen, yaygın deyişle ‘’ ettiği lafın nereye gittiğini bilmeyen’’ bir bakışla ve tavırla davranırız.

Zihnimizle ve bedenimizle yeni bir ilişki kurmaktan bahsederken, yalnızca anlamın görmeden önce geldiği cümlesinde olduğu gibi şekillendirilmiş ideolojik bakış açısına değil, aynı zamanda bu ideolojik zeminin şekillendirdiği işleyiş mekanizmalarına da vurgu yapmaya çalışıyorum. Zihnin başka türlü işleyebilmesi bir bilgi biriktirme faaliyetine indirgemez demeye çalışıyorum. Edindiğimiz başka türlü bilginin başka türlü de işlenmesi gerekmekte. Öğrenme bilgi ve olguları biriktirme ya da aktarılması değildir. Mülkçü, tahakkümcü ve dolayısıyla hiyerarşik anlam düzenekleri ile işleyen aklımız, gündelik akışın hızı içinde sorgulamasız ve rutin düzeyde kaldığı müddetçe, ki uzun zaman kalması da beklenmeli, hiç birimiz başka bir akıl işleyişinin
içine doğmadığımıza göre, reflekslerimizin mülk edindiğimiz duygu ve düşüncelerden kaynaklandığı gerçeğine karşı uyanık, deşifre edici ve eleştirel olma çabamızı öncelemeliyiz.
Bu çabada referans alacağımız bir ilkesel zemin bulunmakta. Bu zemin en azından‘’ Ben de böyle
düşünüyorum, canım böyle istiyor’’ cümleleriyle karşılaşmaktan bizi uzak tutuyor. Ne var ki, bu cümleleri başka türlü gerekçelendirmelerle gündeme taşımak da mümkün, ve sıkça karşılaştığımız durumlar maalesef.


Dönüp kendimize ‘’ canımızın istedikleri’’ üzerine sorular sormadıkça çevremizi yormaya, hem de çokça yormaya devam ederiz. Kişiliğin, kimliğin mülkü oldukça ağır bir yüktür, taşıyanı da çevresindekileri de yorar. Çokça insanın mesafeli, uzaktan uzağa elmalı dağlar tarzında ilişkiler kurmasında bu yoruculuğun da epey bir etkisi var. Birlikte bir yaşam iddiamızın altını doldurmak için epeyce bir çaba ve irade gerekiyor.

Aynı zamanda birbirimiz için yaşamı kolaylaştırmak yaklaşımı için kafa yormak da gerekiyor.

Kendimizi ve birlikte yaşamı, zihinsel alanda geliştirme çabamızı rutinde kalma alışkanlıklarımız sekteye uğratıyor. Zihin kışkırtıcı tartışmalar ve okumalar alışkanlıklarımız içinde olamadığı için, bu alanı örgütlemek zor geliyor. Kendimizi diğer alanda ikame etmeye çalışıyoruz, bedenimizi kullanma alanında. Fakat maalesef ki zihni iyi kullanamayınca bedeni de iyi kullanamıyoruz. Ama bedensel işler üzerinden kendimizi var etmeye dair cümlelerle kıyaslamalar kurmaya başlıyoruz. Bir eleştirel dili değil, kıyaslamanın, kendini başkası üzerinden tanımlamanın, öfkenin dili, hak ideolojisinin dili ortama hakim olmaya başlıyor. Rutini ve sorgulamasızlığı yansıtan bir dil. Çözüm üretmeyi değil, haklı kalmayı önceleyen bu dil yaklaşımlarımızın sorunlarını görmeyi engelliyor ve ürettiğimiz öfkenin sürekliliğini sağlıyor. Durup, duygumuza düşünce muamelesi yaptığımızı göremiyoruz, olağan aklın uzlaşımsalık marifetinden de yararlanarak bu dile destek
örgütlüyoruz.

Düşünce ve değerlendirmelerimize, cümlelerimize ve tavırlarımıza anlamlandırma mekanizmalarının zihnimizi nasıl işlettiği açısından bakmalıyız. Eleştirel ve sorgulayıcı bir anlam düzeneği ve akıl için referans alacağımız kurulmuş bir sözümüz var. İlkesel zeminin sözü, değişimin yol ve yöntemine dair oldukça zihin açıcı bir yerde duruyor. Uzun bir zamanın, yaşantının içinden süzülmüş bilgi olarak.

Bedenimiz ve zihnimizle olağan aklın çerçevesinde kurulmuş bir ilişkiden geliyor olduğumuzu biliyoruz, ve bu durumu gayri meşru ilan ederek buradayız. Bunu unutmamalıyız. Kişiliğimiz ve kimliklerimizi, kısaca kendimizi gayri meşru ilan ederek bir aradalığı sürdürmek ve kendimizi yeniden inşa süreci için birlikteyiz.

Bu birlikteliği sürdürebilmek de çözüm üretmeyi öncelemekten ve bunun için çaba göstermekten
geçecektir.

Bunları da beğenebilirsiniz
Read More

Gündelik Hayata Direnmek

Süreyya Karacabey “Direniş, sadece büyük politik karar anlarının eşlik edicisi değildir, direniş aslında bir formun dışına çıkmak için…