Ziyaret ve Refakat

Bizi ziyaret etmek isteyebilir, misafirimiz olmak isteyebilir, gönüllü olarak çalışmak isteyebilirsin veya yol arkadaşı olarak refiklere katılmak isteyebilirsin bütün bu düşüncelerinde refiklerle alakalı kafanda soruların olabilir. Soruların, son yıllarda okumuş orta sınıf kentlilerinde yaygın bir eğilim olan kentten köye-kıra göçmeye dair bir çerçeveye oturmuş. Her ne kadar şekli bir benzerlik olsa da, uzaktan bakınca aynı kategoride gibi görünse de, bizim kurgulayıp kurmaya çalıştığımız yaşam pratiği bahse konu eğilimle oldukça mesafeli. ‘’ Ekolojik’’ bir çerçevede anlamlandırılan bu kentten köye-kıra dönüş bu ülke için yeni bir eğilim- arayış olarak gündemdeyse de, kapitalist dünyanın zihniyet ve yaşam dünyası içinde epeydir var olan bir durum. Bu durumu bir zamanlar Elias Canetti ‘’ ana rahmine dönme isteği’’ demişti. Büyük ölçüde de bireyselliğin ideolojik zemininde bir arayışın ürünü. Serol Teber , Politik Psikoloji Notları (1990) adlı kitabında 1960-70 li yıllarda Amerikan gençlerine ‘’ 2000 li yıllarda kendinizi nerede görüyorsunuz ? ‘’ diye sorulduğunda, büyük bir kısmının ‘’ eşim ve çocuklarımla küçük bir çiftlik evinde ‘’ cevabının alındığını aktarır. Bu eğilimin ideolojik kökenlerine Murray Bookchin , New Age akımların eleştirisini kurduğu ve özgürlükçü toplumsal bir ekoloji önerdiği ÖZGÜRLÜĞÜN EKOLOJİSİ (1982) kitabında ve Toplumsal Anarşizm mi Yaşam Tarzı Anarşizmi mi ? kitabında detaylıca değinir.

Nitekim Yaşam Tarzı Anarşizmi konusunda eleştirdiği yazarlar Türkiye’de de bu eğilimin fikir babaları olmuştur. Amerikan yaşam tarzı ihracının yarattığı algıyla oluşmuş yaşam tarzı versiyonlarının egemenliği bütün dünyada çok yaygın, silik ve uyarlanmış kopyaları da dahil olmak üzere özgünlük iddiasından da vazgeçmeden, gösteri toplumunun sahnesinde yerlerini alıyorlar, özellikle de orta sınıf için çok daha fazla geçerli olarak.

Kendi yaşantımıza hükmedemediğimiz, onu şekillendirecek iradeyi eleştirel bir akılla üretemediğimiz, içinde bulunduğumuz çağı- bağlamı- zihin yönlendirmeyi çözümleyemediğimiz sürece, ve de ‘’içimizden geldiği gibi’’ davranmanın anlamına kafa yormadıkça, sürekli eğitimden geçirilmiş, kısaca imal edilmiş ‘’ birey’’ ler olduğumuzu, yaşantımızın öznesi olamayıp, neredeyse şartlı refleksle davranışlar sergilediğimizi göremeyiz.

Sorularına cevaplara geçmeden, nasıl bir yaklaşımla soruları ele alacağımızı açmak istedik. Soruların sınırlarına takılmayacağız belli oldu sanırım. Genellikle söyleşi- röportaj vb. mevzulara mesafeli duruyoruz. Sözün bağlamından kopmasına- koparılmasına dikkat etme derdindeyiz. Okuyanın nerden okuduğuna müdahale edemesek de, en azından sözün dolayıma girme tarzının yaratacağı deformasyonlara karşı önlem almakta yarar görüyoruz.

Bir diğer husus, girişte olduğu gibi, devamında da, akıllarının işleyişine güvendiğimiz, eleştirel yaklaşımlarını benimsediğimiz yazarların kitaplarına atıfta bulunacağız. Daha açıklayıcı bilgi edinmek isteyenlerin dikkatini çekmek istiyoruz, bu kitaplara. Hangi kaynaklardan feyz aldığımızı vurgulamak istiyoruz. ‘’ Deneyimleme’’ çağında, okumanın araştırmanın önemini anlatmak gibi bir derdi de taşıyoruz. Sadece kişisel deneyime dayalı bir bilgi arayışının olağan aklın sınırlarına bile varamayacağı, kişiyi Pavlov deneylerinin konusu olmakla sınırlayacağı vurgusuyla.

Nasıl bir topluluk olma derdini taşıdığımıza değinip, sorularına cevap vermeye devam edeceğiz. Yaptığımız tarif feyzini 1871 Paris Komününden almakta. Kristin Ross- Ortak Lüks kitabına bakılabilir, o günlerin tahayyülü için. ‘’ Komün, hem tek başına, hem de başkalarıyla olmak anlamına gelen canlı diyalektiği edinmiş bir mikro- toplumsal yapıdır’’ der, Anti- Psikiyarinin öncülerinden David Cooper, Ailenin Ölümü adlı kitabında. Komün, bizim deyişimizle ‘’Gomün ‘’, yabancı dilden çevirisi üzerinden okunamayacak tarihsel bir anlama sahip. Toplumsal eşitlikçilik idealine dair bir anlam. Yine David Cooper – Ailenin Ölümü adlı kitabından bir alıntıyla ‘’ İnsanın aylar ya da yıllar geçtikçe toplumsal koşullanmaların – eğitilmişliğin önemli kalıntılarını aşarak benliğini- kişiliğini kendiliğinden tam kişisel özerkliğe inandırması devrimci bir eylemdir, kişinin hazır olduğu anlamına gelir ki, bu pek azımız için geçerlidir’’ iddiasını taşır. Bu iddiayı her türlü egemenlik, eşitsizlik, hiyerarşi ve ayrıcalık ilişkisinin meşruiyetini reddetme yoluyla, giderek bütün bunların reddi kabulü zemininde bir yaşama taşımayı amaçlar. Mevcut yaşamı- yaşantımızı bu ilkesel zeminde deşifre edip, egemenliği, mülkü, hiyerarşi ve ayrıcalığı dışarıda bırakan bir yaşam kurma seyri- sürecidir yapmaya çalıştığımız.

Ve bu kurma faaliyetinin, bir süreç olduğunu, bu sürecin sonucundan test edilemeyeceğini , belirsizliklerle yürüme cesareti gerektirdiğini, varılacak bir yerin üzerinden tariflenemeyeceği, bütünlüklü bir var olma hali olduğunu, bu sürecin hazır özneleri olmadığımızı, sürecin öznesi olmanın değişim iradesi ve ısrarından geçtiğini, kendimize vaat ettiğimiz özgürlüğe tahammül gücümüz olmadığını, bu gücü ancak bir toplumsallık içinde edinebileceğimizi, bu hususta göstereceğimiz irade ve çabayı bir başkası dolayımı ile tarif etmeyi dışarıda bırakmayı, yaşantımızın ve içinde olmayı örgütlemeye çalıştığımız toplumsallığın öznesi olma derdini, dostluğu, yol arkadaşlığını önemsemeyi, kendini yol arkadaşına teslim edebilme güvenini, açıklığın ve yanlışlarını kabul edebilmenin yaşamı kolaylaştırıcılığını, her insanın yapabilme potansiyeline sahip olduğunu, istediğimiz yaşamı gerçekleştirmenin önündeki en büyük engelin kendimiz olduğunu, kendimizle, kendimize vaat ettiğimiz arasındaki mesafeyi, bu sürecin gerilimleriyle baş etmeyi önümüze koymayı, çözüm üretmenin önemini unutmadan yürüme derdidir, derdimiz.

Bu tarz bir yaşamı kurma-sürdürme çabası içinde çok az insan var. Bizi de içine kattığın kentten kıra göçen epeyce insanın içinde de azınlığız, hem de epey bir azınlık. Soruların büyük ölçüde orta sınıf göç hikayelerini kapsıyor. Zaten epeyce medyatik durumda olanlar da var bunların içinde. Medya da bu durumu özendirecek ideolojik katkıda bulunuyor epeyce. Burada Neal Curtis’in İdiotizm- Kapitalizm ve Hayatın Özelleştirilmesi adlı kitabından bir alıntıya yer verelim. ‘’ Artık yaşamı çeşitli yaşam tarzı seçenekleri arasında ekrandaki görüntüler gibi akarak ilerlediğimiz ve bireyselliğimizin iç hakikatlerini en iyi ifade eden yaşam tarzını bulmaya çalıştığımız bir tüketim mecrası olarak anlıyoruz. … Kapitalist öznellik, ‘seçim’ denen boş göstereni temel alır.

‘’ Anlaşılacağı üzere ‘’ temiz yiyelim, temiz içelim ‘’ derdini her şeyin önüne koyanlar ancak bir orta sınıf ideolojisi eleştirisi bağlamında ele alınabilir. Köylülerle, komşularla kurdukları ilişki de bu ideoloji çerçevesinde salınım gösterecektir, kimi zaman yüceltme, kimi zaman aşağılama. Goethe’nin de bir deyişini hatırlatırsak ‘’ orta sınıf umutla korku arasında gidip gelen boş bir bağırsaktır’’ ve buna uygun yaşam pratikleri üretir.

Kişisel ve özel kaygılar herhangi bir radikal alternatife yönelmeyi zorlaştırdığı gibi, bu kaygılar insanları atomize eden, bireyselleştiren bir dünyaya uyum sağlamayı getirir, zihin yönlendirme mekanizmalarının tuzağına kolayca düşürür.

Bu bahsettiklerimizin bazı soruları gereksiz hale getirdiğinin anlaşılacağını düşünüyoruz.

Giriş sorusuna gelirsek, ‘’ bir arada yaşam deneyimleri neden çuvallar , insanlar niçin düşman haline gelir’’ diye soruyorsundur. Neden çuvallamasın, neden düşman haline gelmesinler ki? Bunun dışında bir davranış, düşünce ve duygu dünyasında yetişmediler. Bildiklerini yapıyorlar sıkışınca. Yerine yenisini koyamadıklarında yapacakları, o güne kadar alıştıkları. Alışkanlığın gücü kadar büyük bir güç mü var ?

Kendimize vaat ettiğimizle kendimiz arasındaki mesafe oldukça açık. Yanlışları görmek ve karşı çıkmak onları yaşantılamanın konusu haline getirmek anlamına gelmez. Enteresan buluyoruz, insanlar EĞİTİLMİŞ olduklarının farkında değiller. Mevcut akıl düzeneklerinin yıllarca sürdürülmüş eğitimle oluşturulduğunu kabul etmiyorlar. Olabilirlik evreni de bu eğitim çerçevesinde bir bakışla sınırlı kalıyor. Herkes, okullar onları eğitsin, çocuklarını eğitsin diye olmadık durumlara katlanıyor. Çok yazık.

Giydirilmiş, egemenlikçi, mülkçü, otoriteryan, konformist, hiyerarşik anlam düzenekleri ile herşeyi okuyan bir kişilik ve yine giydirilmiş kimliklerin ( cins, milliyet, din vd. ) ürünüyüz ve bunları olmazsa olmaz mülklerimiz sayıyoruz. Hasbelkader edinilmiş toplumsal rolller- meslekler üzerinden ayrıcalıklar tanımlıyoruz. Bu düzeneklerden üreyen duygu ve düşüncelerimiz en vazgeçilmez mülklerimiz. ‘’Benim de düşüncelerim var ‘’ ; doğrudur vardır da, nereden vardır?

Egemenlikçi zihniyet dünyasının imal edilmiş ürünleriyiz. Bir aradalığı bizim dışımızda ve üstümüzde bir gücün düzenlemesi ile yaşamaya alışmışız. Korku, baskı, hukuk- ceza sayesinde bir arada durup, bir arada işler yapabiliyoruz. Eşitlik zeminlerine tahammülümüz yok. Soru burada, nasıl olacak ta olacak bunların dışına çıkmak? Bizim bir takım önerilerimiz var, merak edenlerle konuşacağımız. Yukarıda değindiğim içerikte de ifadesini bulan. Dünyanın aklı evveli de biz değiliz tabi, bunlara kafa yoran insanlar var yazmış çizmiş, o kaynaklar da ulaşılmaz değil. (Toplumsal Ekoloji Ve Komünalizm- adlı kitabı ve diğer yazdıkları Murray Bookchin’in, zihin açıcıdır.)

Yanlış olduğunu bildiğimiz halde bir şeyleri yapmaya devam ederiz, çünkü yaşantımız boyunca bağlar kurarız ve bu bağlar kişiliğimizin parçası haline gelir. Bu bağlardan kurtulmak kişiliğimizde radikal bir dönüşüm gerektirir ki, bu da zor bir durumdur, bu zorluğu göze almak yerine yanlış gördüğümüz halde, yanlışları yapmaya devam ederiz, ve onları rasyonelleştirecek gerekçeler buluruz. Ne de olsa olgular denizi çok büyük, herkesin oltasına gelecek kadar balık var.

Bu mevzuda Rollo May’in yaratma Cesareti adlı kitabını da önermeden geçmeyelim. Detaya girdiğimizde söylenecek söz çok. Kişilik kimlik meseleleri, konformizm, otoriteye bağlılık, aile kurumu ( Henrich Mann – Tebaa adlı romanı – 1900) mülkiyet, iktidar, güç arzusu, kaygılarımız korkularımız, arzularımız, haz düzeneklerimiz vb.vb. Uzun bir alıntı olacak ama, Adorno’nun Minima Moralia adlı kitabından 11 nolu fragmanı aktarayım ve bu arada da meşhur sözünü hatırlatayım ‘’ Yanlış hayat doğru yaşanmaz’’ aynı mealde Pir Sultan Abdalın da bir sözünü es geçmeyelim ;‘’ Bozuk düzende, düzgün çark olmaz ‘’.

11. Fragman. ‘’ Bütün malım ve mülkümle : Boşanma, iyi huylu, yumuşak başlı, eğitimli insanlar arasında gerçekleştiğinde bile, değdiği her şeyi kaplayan ve sarartan bir toz bulutu kaldırır çoğu kez. İnsanlar arasındaki yakınlık, sabırdır, hoşgörüdür, saplantılar tuhaf şeyler için bir sığınaktır. Açığa çıkarıldığında zaaf anını da belli eder ve boşanmada da böyle bir açığa çıkma kaçınılmazdır. Güvenin bütün envanterine el koyar boşanma. Daha önce sevgi ve özenin göstergeleri olan şeyler, barışın ve karşılıklı uzlaşmanın imgeleri, bağımsız değerler olarak serbest kalırken, kötücül, soğuk, habis, yönlerini de gösterirler. Profesörler, ayrıldıktan sonra karılarının dairelerine gizlice girerek yazı masalarının çekmecelerinden bir şeyler aşırırlar ve hali vakti yerinde kadınlar da eski kocalarının vergi kaçakçısı olduğunu ifşa ederler. … Ayrılmış çift daha önce ne kadar ‘ cömertse’ MÜLKİYET , YÜKÜMLÜLÜK GİBİ ŞEYLERE NE KADAR AZ KAFA YORMUŞSA, ALÇALIŞI DA O KADAR SEFİLCE OLUR. Çünkü, çekişmenin, sövgünün ve sonu gelmeyen çıkar çatışmalarının asıl gelişme ortamı, tam da hukuksal olarak belirsiz, tanımlanmamış alandır. Daha önce iyi evrenseli, kapalı ve kısıtlayıcı bir bağlılığın içinde bulmuş olanlar, şimdi toplumun baskısı altında, dışarıdaki kısıtlanmış kötülüğün evrensel düzeninden hiç farklı olmayan alçaklar olarak görmek zorunda kalırlar kendilerini. ‘’

Kendilerini nasıl tarif ettikleri belirsiz, özellikle de mülkiyet, iktidar ve hiyerarşi konularında kafa yorulmamışsa ve yorulmaya da devam edilmiyorsa, böyle bir topluluk ancak burjuva demokratizmi hukuku çerçevesinde var olabilir, orada çıkan sorunları da mahkemeler çözer!

Yaşamlarıyla inceden inceye uğraşma derdi taşımayanlarla komün var edilemez. Ki bu uğraştan da her zaman vazgeçebilir kişi, aslına dönüverir. Olağan ideolojinin ve hazlar dünyasının çağrısı yinelenmektedir zihninde sürekli. Bir zamanlar ünlü gitarist Paco Pena Türkiye’ye gelmiş konser sonrası soruları cevaplamıştı.

Sorulardan biri ‘’ nasıl bu kadar hızlı çalabiliyorsunuz?’’ du. Cevap ‘’ Elini gevşek bırakacaksın, kıçını sıkacaksın’’

‘’Çuvallama’’ çoğu zaman kıç sıkma derdini taşımamanın gerekçesi olur. Ve genellikle de bir başkası üzerinden tarif edilir. Başkası dolayımıyla kendini tarif etme hangi zihniyete bağlı, açık. Kendimize nasıl yaşamak istediğimizi sorduğumuzda verdiğimiz cevap nedir? Ne anlam taşır, neleri önceler, neleri getirir, hangi bağlama yerleşir, hangi sonuçları doğurur ve neleri etkiler, başka insanlar için nasıl bir etki yaratır, yarattığı anlam ve yan anlamlar nelerdir ve neleri meşrulaştırır? Bütün bunlarla ilgili değilsek, bizim yerimize yaşantımızı yönetenlerin tebaası olmaktan başka şansımız kalmaz. Bu durumu haklılaştırmak için de hep bir şeylerin olmaz tarafına vurgu yapmayı seçeriz. Bir şeyleri denemek gerekmez, ‘’ zaten çuvallamaya mahkumdur’’. Şairin dediği gibi, ‘’ yine yenil, daha iyi yenil’’ demediğimiz sürece kendi hayatımıza yön veremeyiz. Sonuçta, başarıya da ulaşsalar, yenilgiye de uğrasalar, toplumun değerlerini ve kurumlarını değiştiren, amaçlı kolektif eylemlerdir. Ve mesele de böyle bir eylemlilikte özne olabilmektir.

Gelenler, sosyal medyadan izleyenlerden aldığımız tepkiler , sıkça‘’ kafes maymunu’’ muamelesi gördüğümüzü gösteriyor. Vereceğim cevaplar mevzunun bu durumdan uzak kalmasını sağlar diye umut ediyorum. Akan görüntüler içinde izlenecek, tüketilecek bir görüntü, bir değişiklik olarak algılanmak değil, anlamaya , sormaya dair bir vesile olma derdindeyiz. Soruların bir kısmını bu nedenle es geçiyorum. Dışarıya ne kadar bağımlısınız diye soruyorsundur. Dışarı nere, içeri nere ? Tabi sorduğunu anlıyoruz, yine de bu sorunun yaygınca sorulma biçiminin bir ‘’ dışarı çıkma hali ‘’ hayalini tarif ettiğini, böyle bir yanılsamayı ifade ettiğini düşünüyoruz. Bu yanılsama ile sahici olmayan, sahteleşen hikayeler yaratılıyor ayrıca. Gazetelerde, televizyonda, internette acayip hikayeler anlatılıyor, insanlar olmadık cümleler kuruyorlar. Tüketimin ve pazarlamanın konusu haline getirilmiş durumda, bu mecra da. Dışarı falan çıktığımız yok, yaptığımız içinden geldiğimiz bağları biraz azaltmak, zamanı daha çok kendi lehimize yavaşlatmak, devlet her yerde, kapitalizm her yerde, ve hatta içimizde. Devamla, kendine yetme meselesine değinelim. Çokça ‘’ her şeyinizi kendiniz mi üretiyorsunuz ‘’ sorusu soruluyor. Evet, tarlanın şu köşesinde gelirken bizi aradığınız cep telefonunu, diğer köşesinde facebooktan haberleşmemizi sağlayan bilgisayarı, giysilerimizi tekstil tezgahımızda, tabakları metal atölyesinde diye devam etmek istiyorum. Bütün yiyeceklerimizi de kendimizin üretmesinin mümkün olmadığının düşünülebilecek bir konu olmasını bekliyorum. Kahveyi, çayı, şekeri, bilcümle baharatı, bakliyatı, hububatı, sebzeyi meyveyi, vd. nasıl dar bir alanda üç- beş kişi yapabiliriz? Bunun olabileceğine inanmak bir safdillik mi yoksa televizyonda izlediği her şeyi gerçek sanma algısına teslim olmaktan mı geliyor?

Kıra göç edenler de aynı algıya teslim olmuşlukla gösteri dünyasına katılıyorlar ve yanıltıcı izlenimler vermekten kaçınmıyorlar, parasız yaşamaktan, arınmaktan ( bunu internetten yazmak da nasıl bir arınmaktır) , kendine yeterlikten vb. vb. bahsediyorlar. Kimse 19. Yüzyıl köylüleri gibi yaşamıyor oysa. Ya da Yaşar Kemal’in çok güzel anlattığı Torosların yörükleri gibi yaşamayı da seçmiyor. ‘’ O güzel insanlar o güzel atlara binip gittiler’’ ve bir daha da dönmeyecekler.

İhtiyacı ne olarak tanımladığınıza, tüketim ideolojisi ve mülkçü zihniyet karşısında nasıl durduğunuza göre tarif edebilirsiniz, neye ihtiyacınız olduğunu. Sadece beslenme için yaptığınız ihtiyaç tarifi de bunlardan bağımsız değil. Ala Temir (Akçasazın Ağaları-Yaşar Kemal) emminin üç öğünü, mırmırık çorbası, ayran aşı, yağsız bulgur pilavı, fakirken de zengin olunca da yediği bu. Alışkanlığı bu, ve de seferberlik yıllarında açlıktan ölen anasını görmüşlüğü bu.

Bizler neler yiyoruz neler, çeşidin haddi hesabı yok. Ve kendine yeterlik diye bir sözü bunları düşünmeden sallıyoruz. İhtiyaç manipülasyonlarına karşı uyanık olma derdimiz yoksa zaten vay halimize. Ki, haz düzeneklerimizi sorgulamadan bu manipülasyona nasıl karşı koyarız? Az tüketmek üzerinden kendini tarif etmek te bir şeydir elbette. Ama dünyanın %1 i dünyadaki servetin yarısının sahibi iken, az tüketerek dünyayı kurtarma vaazında bulunmak, yüzlerce milyon açlık sınırında yaşayan insanla alay etmek anlamına gelir.

Herkes evinin önünü süpürse de sokaklar temiz olmaz. Bize gelince, biz üretip sattıklarımızla geçinebiliyoruz. Yetmediği zamanlar da oluyor. Ekstra durumlar için.

Esnek ve vazgeçebilir olmak, karnımızın doyacağını bilmek tabi hareket kabiliyetimizi artırıyor, şehir insanın kaygılarının bir çoğundan uzaklaşmış oluyoruz. Asıl kazancımız bu.

Bir araya geldiğimiz ilkesel zemin üzerinden tartışarak sorunları çözmeye çalışıyoruz, çözüyoruz, çözemiyoruz.

Yine bu mesele de yukarıda değindiğimiz konular çerçevesinde ele alınacak bir durum. Nasıl yaşamak istiyoruz sorusuna binaen cevap arayışındayız. Hiyerarşinin, hiyerarşik anlamın kabuller üzerinden kurulacağını biliyoruz. Elden ele çubuk gezdirmenin hiyerarşiyi çözeceği beklentimiz yok. Yöneticinin yerini moderatörün almasının da bir anlam bozumu yaratmayacağının farkındayız.

İnsanlarla eşitlikçi ilişkiler kurmayı önemsiyoruz, çıkar ilişkileri üzerinden davranmamak, yukarıdan bir tavır sergilememek komşularla ilişkilerimizi iyi kılıyor. Dayanışmacıyız, paylaşımcıyız. Karşılık beklemeden yardım etme diye bir alışkanlığımız var, her şeyi ölçünün konusu yapmaktan uzak duruyoruz. Karşılıksız verebilme halinin oluşmadığı yerde paranın yerine takası koymaya çalışmanın da anlamlı olmadığı kanaatindeyiz. Köylü komşularla iki lafın belini kırmayı severiz, üst-orta sınıf alışkanlıklarımız pek yok, biraz halk tipiyiz , bu yüzden sanırım.

Günümüz çalışmakla geçiyor çoğunlukla. İş gibi görmeme halindeyiz bu durumu, yaşamı sürdürmenin konusu çalışma. Esnek çalışıyoruz. Gelen gidene zaman ayıramayacaksak çalışmayı yüceltmeye başlamış oluruz.

Çalışma övgüsü ve ideolojisinden uzak durma, emek – hak ilişkisi ile mesafelenme derdi taşıyoruz.

Geceleri okumak, muhabbet sohbetle geçiyor. Boş beleş mevzulara pek takılmıyoruz, televizyon ve müzik düzeni yok örneğin.

Ziyarete ve refakate açığız, misafir etmeme hakkımız saklı kalmak kaydıyla. Yoldan geçene de gel bir çayımızı iç deme adabına sahibiz.

Yukarıda değindiğimiz zeminde yaşamı kurma derdinde olan birkaç küçük topluluğun bir araya gelme, bir seyir-süreç organize etme meşguliyetindeyiz bu aralar. Bu mevzuları konuşmaya, tartışmaya, refakate ve ziyarete açığı Manuel Castels’in Kimliğin Gücü adlı kitabından bir alıntıyla bitirelim : ‘’ Komünal direnişin dönüştürücü öznelere dönüşmesinin işleyiş süreçleri, koşulları, sonuçları tam da enformasyon çağında bir toplumsal değişim teorisinin alanıdır’’.

Bunları da beğenebilirsiniz