Süreyya Karacabey
“Direniş, sadece büyük politik karar anlarının eşlik edicisi değildir, direniş aslında bir formun dışına çıkmak için verilen kocaman bir mücadeledir, evde çocuğunuza bakarken, iş yerinizde işinizi yaparken hatta alışveriş yaparken bile bir formun içinde olduğunuza ayılmadıkça kullandığınız bütün muhalif sözcükler kırık cam parçaları gibi ağzınıza batar ve kanatır dilinizi.
Bir formun yapısal dönüşümü için uğraşmak zor bir iştir, kavramsal bir çerçeveyi dışsal biçimde kabul etmek kolaydır, bir dünya görüşü edinmek ve onu her durumda savunmak. Zor olan kendi bireysel varoluşumuzun gündelik ritüellere riayetindeki sistem üretici çatlaklarını kavramaktır. Büyük politika, “sömürü kötüdür” der, sözcüklerin bütün şiddetiyle olumlarsınız bunu, fakat yönetmeyi gizli gizli sevmeyi sürdürürsünüz; eşitlikten söz ederken dil düzleminde, için kendinizin biraz ayrıcalıklı olmanızı talep edersiniz.
Kapitalist sisteme her oturumda isyan eder, sonra da o sistemin içine mühürlenmiş başarı, rekabet ve değerlendirme kriterlerini hayatınıza sorgusuzca buyur edersiniz.
Gündelik Hayata Direnmek
Kapitalist sisteme her oturumda isyan eder, sonra da o sistemin içine mühürlenmiş başarı, rekabet ve değerlendirme kriterlerini hayatınıza sorgusuzca buyur edersiniz. Baskı biçimlerine karşı çıkarken sessizce babanıza, kocanıza, karınıza, çocuğunuza gündelik hayatın bütün baskıcı iktidarlarına tapınmayı sürdürürsünüz. İsyanı sadece gerilla hareketine ya da çok ertelenmiş bir mücadele gününe saklarsınız.
O kadar kalabalıktır ki liste, hayat herkes için bubi tuzakları kurmaktadır. Evlerinizi kaleleriniz olarak kutsar ve size infilak etmiş kalbinizi görmezsiniz. Rahatı sevmenin, küçük düzenleriniz bozulmasın diye verdiğiniz ödünlerin aslında sistemle ittifakın en karanlık bölgeleri olduğunu düşünmezsiniz. Sizi ötekilerden ayıran tek şey ağzınızı açtığınızda çıkardığınız sözcüklerin farklı oluşudur ama bir anlamı yoktur ki onların, söz “hadi gidelim” derken beden kımıldamaz bile.
Beden haz ilkesinin peşinde sistemi olumlarken, dilin ona çıkardığı engellerin bir etkisi kalmamıştır çünkü bir direniş en iyi edimsel olanda, bedenlerin itirazında, çok söylenmiş sözcüklerin aldatıcı uzanımlarının dışında belirir, direniş, kimseye rehin bırakmadığımız kalbimizin içinde serpilir ve büyük politikaya bu yoldan girdiğinde hakikatin bir parçası olacaktır. Brecht’in Me-Ti’nin Özdeyişleri’nde bir bölüm vardır, biri gelir ve der ki üstada “bana büyük davaya nasıl katılacağımı öğret”, cevap olarak rahat oturup oturmadığına ilişkin ısrarlı sorular işitince de öfkelenir, “ben” der, “davayı öğrenmeye geldim, oturmayı öğrenmeye değil”. Oysa önce gereken rahat bir duruştur, dava duruştan sonra gelir, bedenin nasıl konumlanacağı meselesi gerçekten önemlidir. Ruhunuz muhalif ama bedeniniz sistem tarafından alıkoyulmuşsa direniş noktaları usulca görünmez kılınır ve eylem ümidi nihai bir geleceğin konusu haline gelir.
Direniş, dağlara çıkmadan, işkencede çözülmeden, bir devrime yürümeden başka bir dünyayı düşleyen insanların gündelik hayatının içinde yakıcı bir varlık sorunu olarak durur, bedeni bir davaya hazırlamanın yegâne yolu olarak, bir formun dışında kalmanın olası çeşitlemeleri üzerinde düşünmekten, vazgeçmeden olur, bize sunulan hayatı sorgusuz kabul etmeden olur. Bir yerde olmanın huzursuzluğuna hep açık bırakmalı insan kendini, yaşamanın, sistemle özdeşleşmeden yürütülecek biçimleri var mı diye hep düşünmeli, usulca varoluşunu sürdürürken içine bir başka biri olmanın silüetini yerleştirmeli, hep “evet” demenin ürkütücülüğünün bilgisini etiyle bilmeli, çıkarabileceği bütün arızaları bağırmadan çıkarmalı, sözcüklere, sözcüklere tek başına hiç itimat etmemeli.
Direniş, bize muhalefet olmanın biçimlerini de sistemin dayattığını çözdüğümüz noktada başlar, sistemin tanımladığı yapıları olumlamanın biat, olumsuzlamanın muhalefet olduğu yanılsamasından kurtulduğumuz noktada. Çünkü asıl direniş, sistemin radikal bir biçimde toptan reddidir.”