Eyleyiş zamanı henüz-değil olarak var olan dünyayı şimdi yaşamaktır. Böylelikle kendi gündemimizi belirler, kendi gerçek güneşimiz haline geliriz.
Bizim zamanımız, kendi dünyamızda, henüz var olmayan, henüz-değil olarak var olan dünyayı yaşamanın zamanıdır. Henüz var olmayan dünyayı onu yaşayarak yaratırız. Dünyanın organik bahçıvanları, bitkilerle daha az saldırgan bir ilişki kurmak için devrimi beklemez; bunu şimdi yaparlar. Oslo’daki ücretsiz ulaşım sistemi hareketi, ulaşım ücretlerinin indirilmesi için hükümetle kulis yapmaz, sadece insanların bu ücretleri ödememesini örgütler. Gece kondu sakinleri, boş evlerde oturabilmek için özel mülkiyet ve kiraların ortadan kaldırılmasını beklemez; sadece bunu yaparlar. Çok ama çok sayıda göçmen, bir ülkeden diğerine geçmeden önce sınır kontrollerinin kaldırılmasını beklemez; sadece gider.
Bu anlayış, bir talep siyasetine karşıdır. Talep, birilerine yöneliktir ve onlardan gelecekte bir şey yapmalarını istemektir. Oysa şimdiden yaratmak istediğimiz dünyayı yaşamanın (ya da istediğimiz dünyayı şimdi onu yaşayarak yaratmanın) siyasetinde hiçbir talep söz konusu değildir. Kimsenin iznini almayız ve geleceği beklemeyiz, sadece zamanı parçalar ve artık yeni bir eyleyiş, başka bir toplumsal ilişki biçimini öne süreriz. Devlet ya da parti, bizi gerçekleştirmek istediğimiz şeyden ayıran bir aracı olmaktan çıkar ; sadece kendi sorumluluğumuzu kendimiz üstlenir ve eyleriz.
Zapatista deneyimi bu açıdan çok ilginçtir. 1994’te ilk baştaki Ya basta!(artık yeter) larına bir talepler listesi eşlik ediyordu ve Meksika devleti ile girilen bir dizi diyalog, yerli halklarıyla ilgili bir anlaşmanın imzalanması ile sonuçlanmıştı. Çok erken tarihten itibaren kendi otonom belediyelerini, okullarını ve kliniklerini kurmaya başlamış olmakla birlikte, Zapatista hareketinin talep siyasetini tamamen terk etmesi ve bununla birlikte Devletle bütün iletişimini kesmesi, ancak Meksika Devletinin yerli halklarıyla ilgili anlaşmayı uygulamakta tamamen âtıl kalmasından sonra (2001) gerçekleşti ve kendi komünal yaşamlarını yaratmanın kesin bir şekilde hareketin özü haline gelişi, bundan sonra mümkün oldu.
Marx’ın ekonomi politiğin eleştirisinin önsözünde belirttiği gibi;
“Gelişmelerin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da…mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar ‘’
Geleneksel ‘’ üretici güçler ‘’ yorumunun sorunlu yönü, bu güçleri toplumsal ilişkilerden bağımsız bir dinamik barındıran dışsal güçler (teknolojik gelişme gücü) olarak sunmasıdır. Böyle bir yorum buradaki savda merkezi yer tutan iki noktaya terstir ; Birincisi, biz insanlar toplumdaki yaratıcı gücüz ve ikincisi, yaratıcı gücümüz toplumsal bağlamdan bağımsız olarak gelişmez, içinde-karşısında-ötesinde bir ilişkide gelişir. İçerik ile biçim ilişkisi ne bir bağımsızlık (üretim ilişkileriyle çarpışan özerk üretici güçler), ne de toptan içerme ( üretim ilişkilerinin tamamen kapsadığı ve belirlediği üretici güçler) ilişkisidir. Daima ek-statis bir ilişki, bir içerme ilişkisi, antagonizma ve öteye itmedir.
İlerleme, toplumsal eyleme gücümüzde, toplumsal yapabilmemizde bir ilerlemedir, fakat olup bitenler geleneksel sosyalist imgelemdeki üretici güçlerin ilerleyişine tekabül etmez. Yeni bir bütünlüğün dayatılması biçimini almaz; daha ziyade eski olanın pek çok yerden çatlamasıdır.Merkezde yeni bir söylem, yeni bir düşünme tarzı, yeni bir örgütlenme biçimi, yeni bir –izim değil, eyleyiş vardır. Eyleyiş vardır, çünkü kapitalizmi ve yıkımı üreten burada ve şimdi eyleyişimizdir, başka türlü bir eyleyiş insani ve insani olmayan hayata uygun bir dünya üretebilir. Devrim budur işte; toplumsal gerçekliğin yaratıcıları olarak sorumluluğu üstlenmek, eyleme gücümüzü toplumsal olarak omuzlamak.
Sonu iyi biten bir kitap yazmayı çok isterdim. Bütün cevapları verebilirdim. İyiler kötüleri yenerdi. Diyalektiği kapatır, bir sentezle bitirip Evimize dönerdik. Tarihin kesinlikle bizden yana olduğunu söyleyebilirdik. Kapitalizmin yerini komünizmin alacağı, iki kere ikinin dört ettiği kadar açık olurdu. En karanlık saat şafaktan öncekidir diyebilirdik. Çatlaklarımız kesinlikle ve muhakkak yeni toplumun müjdecileri olabilirdi.
Ama hayır, durum böyle değil. Hiçbir kesinlik yok. Diyalektik açık, olumsuz, tehlikelerle dolu. İçinde bulunduğumuz saat karanlık, ama sonraki daha karanlık olabilir ve şafak hiç sökmeyebilir.Devrim , kapitalizmi yok etmekle ilgili değil, yaratmayı reddetmekle ilgilidir.Devrimi kapitalizmin yıkılması olarak göstermek kapitalizmin yeniden üretiminin tam merkezinde duran zaman soyutlanmasını yeniden üretmektir; bu da kendini mağlup etmek anlamına gelir. Kapitalizmi yok etmeyi düşünmek, karşımıza koca bir canavar dikmektir, öyle tüyler ürperticidir ki ya umutsuzluğa kapıldığımız için vazgeçeriz ya da canavarı öldürmenin, kendilerini ( ve çevrelerindeki herkesi) devrim uğruna feda eden kahraman liderleri olan büyük bir parti inşa etmekten başka yolu olmadığı sonucuna varırız. Kendimizi tekrar mağlup ederiz, hem de bu sefer kahramanlık, liderlik, fedakarlık, disiplin, otorite, sabırla örülmüş büyük bir masal- lenin, troçki, rosa, mao, che, marcos, hangisi olursa- azizlerin doldurduğu bir masal inşa ederek. Devrimi kapitalizmin yok edilmesi olarak göstermek onu kendimizden uzaklaştırmak, geleceğe ertelemek demektir. Bu sorun geleceğin sorunu değildir. Burada ve şimdidir.
Sorarak yürüyoruz;
Cevapları bilmememiz büyük bir sorundur, yani kapitalizmi nasıl üretmeyi bırakacağımızı bilmiyoruz. Gerçekten de bilmiyoruz. Tarihsel bakımdan bir mücadele dünyasının eşiğinde duruyoruz ve hala öğreniyoruz. Başvuracak bir reçetemiz yok.
Cevapları bilmememiz büyük bir sorundur, yani kapitalizmi nasıl üretmeyi bırakacağımızı bilmiyoruz. Gerçekten de bilmiyoruz. Tarihsel bakımdan bir mücadele dünyasının eşiğinde duruyoruz ve hala öğreniyoruz. Başvuracak bir reçetemiz yok.
Sorarak yürüyoruz
Sadece tarihsel bakımdan bilmiyor değiliz, yeni mücadele biçiminin merkezinde bulunan bilme ilkesinin ta kendisidir bilmemek. Bu eyleyişin parçası olan bilme, aynı hareketin parçasıdır ; aynı zamanda tanımları kıran bir çözülme, toplumsal akış, kişinin bilgisinin başkalarının bilgisiyle belirlenemez ölçüde karıştığı ve iç içe geçtiği bir akıştır.( Fikri mülkiyete karşı çıkanlara yönelik kapitalist saldırının şiddeti bundan kaynaklanır; bilgileri umutsuzca ayırma ve tanımlama güdüsü) Bilmek kolektif olarak( kimi zaman çalışmalarımızı mahremiyetinde ) inşa edilen bir süreçtir, monologdan ziyade diyalogdur, sorarak yürümektir ; illaki kibarlıkla değil, kimi zaman provokasyonla, fakat yasa koyan değil, yol açan bir provokasyonla.Bilmediğimizi kabul etmek hem bilginin ilkesidir, hem örgütlenmenin. Bireysel ve kolektif eyleyişimizi belirleme sürecine herkesin katılımını hedefleyen bir ilke. Bilmek , farkı bir örgütsel yapıya, yerleşik liderler ve onları koltuklarında tutan kurumların bulunduğu bir monolog yapısına götürür.
Reddet-ve-yarat!- Reddet-ve-yarat! Bizim Musalarımız ve Peygamberlerimiz budur.Tabii bizim ne Musalarımız ne peygamberlerimiz var, sadece biz varız.